Sümer Aile Hukuku

Sümerlilerde aile hukuku üzerinde durulmuş bir konu. Tek eşlilik var ancak kadının çocuğu olmuyorsa erkek ilk karısının izniyle ikinci bir kadın alabilmekteydi ancak ilk karısına ömrünün sonuna dek veya kadın kendi isteğiyle ayrılmak isteyen kadar bakmak zorundaydı.

 İkinci kadının ilk kadına saygı göstermesi bir zorunluluktu hatta gerekirse yazılarda belirtildiği şekilde ayaklarını yıkaması lazım idi. Eğer gerekli saygıyı göstermez ise ilk kadının ikinci kadını evden kovma hakkı vardı.(İbrahim peygamberin eşi Sara’nın, ikinci eşi olan Hatice’yi saygısızlık etmesi üzerine kovması örneği)

 Ancak evliliklerde söz erkeğin olup “ Gönlünün seçtiği kadını al, istediğin çocuğu yetiştir” sözüne riayet ediliyordu.

 Evlenmeler sözlü anlaşmalardan ziyade, yazılı bir anlaşma ile mahkeme önünde, mahkemenin kararıyla yapılıyordu. Sözleşme yapılmayan evlilikler yasal evlilikler sayılmıyordu. Boşanmalar da sözlü değil mahkeme yoluyla oluyordu.

 Evlenmelerde başlık parası gibi adetler Sami halklarında olduğu gibi Sümerlerde de yoktu.

 Evli kadınların da kendilerine ait malları, köleleri, meslekleri olabiliyordu. Hatta doktorluk, ebelik, şairlik, müzisyen, sihirbazlık ve meyhanecilik gibi mesleklere kadınlar da sahip olabiliyordu.

 Öyle ki meyhanecilik sadece kadınlara özgü bir işti ve anneden kıza devroluyordu.

 Aile bireyleri arasında saygı ve sevgi çok önemliydi. Karılarına eziyet eden kocalar, annelerine kötü muamele eden çocuklar, çocuklarına haksızlık eden anne ve babalar cezalandırılıyordu.

 Aile hukukunda evlenme, boşanma belgeleri yanında çocuklara yapılan miras paylaşımı, hediye verme, evlatlıktan çıkartma, evlat edinme, köle azat etme gibi işlemler de yapılıyordu. Ancak kadınlara kocalarından direkt miras kalmıyor, koca isterse karısına ev, tarla gibi mallar hediye edebiliyordu. Bu yüzden de dul kadınlar her Sümer kralı döneminde öncelikli korunacak kimseler arasında yer alıyordu.

Tarihteki İlk Cinayet Davası

Tarihteki ilk cinayet davası bundan neredeyse 4000 yıl öncesine denk gelen bir tarihte, Eski Babil devrinde görülmüştür ve bu bilgilere Sümer ülkesinin Nippur şehrinde bulunan bir tabletten ulaşılmıştır.

Bir berber, bir bahçıvan ve diğer bir kişinin fail olduğu bu davada, Lu-İnanna adında bir mabet memuru öldürülmüştür.

 Bu üç adam, cinayeti işledikten sonra adamın karısı olan Nindada’ya “biz senin kocanı öldürdük” diye belirtmiştir, ve hernedense kadın da buna kayıtsız kalıp, cinayeti saklamıştır. Olay ortaya çıktıktan sonra nippur şehrinin yüksek mahkemesinde, kralın emriyle, bir hakim ve 11 jüri tarafından ele alınmış; sadece 3 katil değil haber vermediği için adamın eşi Nindada da yargılanmıştır.

 3 katil ölüm cezası alırken, 11 jürinin 9’u kadının da aynı cezaya çarptırılmasını savunurken, 2’si buna karşı çıkmıştır. Bu 2 jüri üyesi kadının cinayete karışmadığını, olaya yardım etmediğini, kocasının kadına iyi davranmadığını ve bu yüzden kadının kocasının ölmesinin onun için bir anlam ifade etmediğini savunmuştur ve kurul bu 2 jürinin savunmasını kabul etmiştir.

 Metinlerin özeti aşağı yukarı bu olmakla birlikte, bu metnin farklı bir şehirde bir kopyasının daha bulunmuş olması Sümer ülkesinde işlenecek cinayet davaları için emsal temsil etmesi sebebiyle çevre şehirlerdeki mahkemelere dağıtılmış olduğu düşünülmektedir.

İlk Kral Kahraman: Gılgameş

Gılgameş Sümerlilerin medeniyet açısından en gelişmiş şehirlerinden birisi olan Uruk’un krallarından birisidir. Babasının kendisinden önce Uruk kralı olan Emmerkar olduğu iddia ediliyor.

Hikayeye göre bir gün Gılgameş’in dedesi (iki önceki kral) bir falcıdan aldığı kehanete göre kızından doğacak olan çocuğun kendisini öldüreceğini öğrenir. Buna önlem olarak bir kule yaptırtarak kızını bu kuleye kapattırır. Başına da bir bekçi diker. Kız bir şekilde hamile kalır ve Gılgameş’i doğurur. Bunu gören bekçi kendi canını kurtarmak için bebeği camdan atar. Tam o esnada kulenin yanından geçen bir kartal bebeği yakalar ve bir hurma bahçesinin yanına bırakır. (burdan Fatma Girik’in bebeğini çalan kartal efsanesine kaynaklık etmiş olabileceğini çıkarabiliriz 😀 neyse şaka şaka) Bebeği gören bahçıvan onu alır ve evine götürür. Adını her şeyi bilen ve gören anlamına gelen “Gılgameş” koyarlar.
 
Gılgameş büyüyüp genç bir delikanlı olunca kendisini yetiştiren bahçıvana teşekkür eder ve onun yanından ayrılıp diyar diyar gezmeye başlar. Uğradığı her yerden farklı farklı bilgiler edinir, okuma yazma öğrenir, ve ondan yardım isteyen herkese yardım etmekten geri durmaz. En sonunda kendi şehri olan Uruğa gelir. Uruk şehrinde o sırada kral yeni ölmüştür ve kralın soyunu devam ettirecek kimse olmadığı için şehrin yöneticisi yoktur. Gılgameş yakışıklı, güçlü boylu poslu bir delikanlıdır. Onu gören şehir sakinleri şehirlerinin kralı yapmak isterler. Gılgameş de bu teklifi seve seve kabul eder.

 Öncelikle Uruk, Sümer ülkesinin en gelişmiş şehirlerinden birisidir. Şehrin baş tanrısı, en büyük tanrı olan gök tanrısı An’dır.(Sümerlilerde her şehrin baş tanrısı olur ve bu tanrıların özelliklerine göre şehir çeşitli işlerle uğraşır. Daha doğrusu Sümerliler kendi uğraştığı işlere göre kendi şehirlerine tanrılar atfetmişlerdir.) Ayrıca Bereket Tanrısı İnanna ve Çoban Tanrısı Dumuzi de Uruk şehrinde yaşamaktadırlar bu yüzden tarım ve hayvancılık bakımından çok verimli bir şehirdir.

 Gılgameş şehrin başına geçtiği anda şehrin sorunlarını ele almaya başlar. Şehir bu güzel özelliklerinden ötürü geri kalmış çevre şehirler tarafından çok kıskanılmakta ve saldırılara maruz kalmaktadır. (Hatta öyle ilkel oldukları tabletlerde yazdığı üzere ev yapmayı bilmedikleri, ölülerini gömmeyi bilmediklerini ve eti çiğ olarak yedikleri söyleniyor) Bu yüzden Gılgameş, Uruğu daha güvenli bir yer haline getirmek için etrafına surlar ördürtür.

Her şey güzel gitmekteyken Gılgameş büyük bir yalnızlığın içinde bulur kendisini. Uruk şehrinde kendisine denk olan arkadaşlık edebileceği kimse yoktur. Bir gece bir rüya görür. Rüyasında gökten bir taş düştüğünü, o taşı yerinden kımıldatmaya çalıştığını ama kımıldatamadığını, halkın onun etrafına toplanıp taşı öptüğünü ve hep birlikte taşı annesine getirdiğini, annesinin taşı kendisiyle bir tuttuğunu görür. Bu rüyayı annesine anlatır. Annesi ise kendisine bu rüyanın anlamının kendisine her açıdan denk bir arkadaşla karşılaşacağını, ve annesinin de onu kendisi kadar seveceğini, yalnızlığının sona ereceği olduğunu anlatır. Gılgameş bir rüya daha görür. Bu sefer de şehir meydanında bir balta durduğunu, insanların ona baktığını ve kendisinin baltayı çok sevip üzerine bindiğini, annesinin de ondan baltayı ayırmadığını anlatır. Annesi bu rüyanın da anlamının kendisine yakın zamanda çok iyi bir arkadaş geleceğini, onu kardeş gibi seveceği olduğunu anlatır.
 
Bu sırada bu olaylardan bağımsız olarak bir gün ormanda avlanan bir avcı su kenarında avlanırken etrafında çeşitli hayvanlarla dolaşan, iki ayaklı kıllı bir yaratıkla karşılaşır. Buna çok şaşıran avcı hemen babasının yanına gider ve gördüklerini anlatmaya başlar. Ertesi gün baba oğul birlikte o su kenarına gider ve beklemeye başlarlar. O sırada yine aynı yaratık gelir. Babası ve avcı bu yaratığın bir insan olduğuna karar verirler ve onu ehlileştirmeye, medenileştirmeye karar verirler. Avcı bunu kendilerinin yapamayacağını söyler. Babası avcıya İnanna’nın tapınağındaki rahibelere haber vermesini ve durumu anlatmalarını ister. Görevlendirilen Şamhat adında bir rahibe elinde liriyle(eski dönemlerde kullanılan bir çalgı) yanlarına gelir ve kendisini aynı yere götürmelerini ister. Kıllı yaratık geldiği zaman rahibe Şamhat elindeki lirini çalmaya başlar ve yaratığın yanına gider. Yaratık da ona yaklaşır. Şamhat ona sarılır ve sakinleştirir. Adını Kırların Adamı anlamına gelen “Enkidu” koyar. Ona adını söylemeyi öğretir. Saçını ve sakalını keser ve bir güzel yıkar. Enkidu yakışıklı ve güçlü bir şehir erkeği gibi olur. Şamhat ona yemeyi, içmeyi, konuşmayı, sevmeyi ve sevişmeyi öğretir. Enkidu büyük bir dikkatle ve hızla kendisine öğretilen her şeyi öğreniyor ve günden güne gelişiyordu.

 Gün gelir ve Şamhat artık Enkidu’ya “gel seni şehrimiz olan Uruk’a götüreyim. Orada yiyip içip çok eğleneceksin, kendin gibi arkadaşlar edineceksin, özellikler seni kralımız Gılgameşle tanıştırmak istiyorum. O çok güçlü ve yakışıklı bir adam. Bu güne kadar kimse ona karşı çıkamadı” der. Bunu duyan Enkidu: “ben ondan daha güçlüyüm. Hemen gidip onunla karşılaşmak istiyorum” der.
 
Şamhat, Enkidu ile birlikte Uruk şehrine gelir. O gün şehirde Dumuzi ve İnanna’nın kavuşmalarını simgeleyen yeni yıl başlangıcı için şenlikler yapılıyordu. Halk Enkidu hakkında konuşmaya başlarken, Gılgameş de o sırada şehir meydanına geliyordu. Enkidu, Gılgameş’in karşısına çıktı ve göğüs göğüse geldiler. İkisi birbirlerine sarılıp boğuşmaya başladılar. Boğuşmada bir türlü bir taraf bir tarafa denk gelemiyordu. Bu esnada Gılgameş’in ayağı tökezler ve yere düşecekken Enkidu onu elinden tutarak düşmekten kurtarır. Böylece dostlukları başlar.

 Gılgameş sonunda kendisine arkadaşlık edecek birisini bulduğu için mutluydu ancak şanına şan katmak için bir şeyler yapmak istiyordu. Sedir ormanlarındaki Ejder Huvava’yı öldürme kararı alır. Enkidu bu işte arkadaşını yalnız bırakmayacağını ancak bu ejderin çok tehlikeli olduğunu ve nefesinin bir tufan gibi olduğunun söylendiğini söyler. Gılgameş ise yalnızca tanrıların ölümsüz olduğunu, ancak kendilerinin ejderi öldürürlerse adlarının ölümsüz olarak yaşayacağını söyleyerek Enkidu’yu ikna eder.

 Yola çıkarlar. Yedi dağ aşarlar, yiyecekleri biter hayvan avlayıp yerler, biraları biter pınarlardan su içerler ve sonunda canavarın yaşadığı sedir ormanının yanına gelirler. Canavar onların geldiğini anlayarak nefesiyle Gılgameş’e üfler ve onu uyutur. Arkadaşlarının uyandırmasıyla birlikte derin uykusundan kalkar ve ormanın içine dalarlar. Bir fırtına çıkar ve canavarı şaşırtır. Bundan yararlanan Gılgameş canavarı ayağının altına alır. Canavar kendisini bırakması halinde insanlara zarar vermeyeceğini, bu ormandan istedikleri kadar ağaç kesmelerine izin vereceğini söyler. Gılgameş canavarı öldürmekten vazgeçecekken, Enkidu: ”Bu canavarın sözlerine mi inanıyorsun, adı üstünde canavar öldürmeliyiz onu” der ve Gılgameş’i ikna eder. Canavarı öldürürler. Ormandan çıkmadan önce ise ormanın en güzel ağacını keserler (huluppu ağacı) ve yanlarında götürürler.
 
Gılgameş bu yaşananlardan sonra hem tanrıların, hem insanların gözünde büyük bir kahraman olur. Arkadaşı Enkidu ile de dostlukları pekişir. Öyle ki herkes çocuklarına onlar gibi arkadaş olun diye onları örnek gösterir. Ama bu mutlulukları çok uzun sürmeyecekti.

 Tanrıça İnanna, Gılgameş’in bu kahramanlığından etkilenip ona göz koymuştu. Tanrıça İnanna en güzel giysilerini ve süslerini giyinip Gılgameş’in yanına gider. Bunu gören Gılgameş şaşırır ve bir Tanrıçanın neden kendi ayağına geldiğini düşünür. İnanna Gılgameş’e onunla evlenmeye karar verdiğini söyler. Gılgameş ise bu teklifi kibarca nasıl reddedebileceğini düşünür. Çünkü tanrıça İnanna’nın, eski kocası Dumuzi’yi yer altına gönderdiğini bilmektedir ve aynısının kendi başına geleceğinden korkar ve tanrıça’ya diğer sevgililerinin başına gelenleri bildiğini, bundan korktuğu için kendisiyle evlenmekten korktuğunu söyler.

 İnanna reddedildiği için çok sinirlenir. Gök tanrısı An’a gider ve kendisine Gök Boğasını vermesini, bu sayede Uruk şehrini yerle bir edebileceğini söyler. An başta vermek istemez ancak İnanna’nın ölüleri yer altından çıkartıp insanlara musallat edeceği tehdidine dayanamayıp verir. İnanna boğayı şehrin üzerine salar ve boğa etrafı yıkıp dökmeye başlar. Bunu gören Gılgameş ve Enkidu boğayı kıskıvrak yakalayarak öldürür. Bunu gören İnanna çok kızar ve başlarına çok kötü şeyler geleceğini söyler. Enkidu ise boğanın sağ kalçasını keserek İnanna’ya fırlatır ve imkanı olsa onu da böyle yapacağını söyler.
 
Tanrılar Meclisi Gök Boğasının öldürülmesine çok kızar ve bu yüzden Gılgameş ve Enkidu’dan birisinin öldürülmesi kararını alırlar. Enkidu’yu seçerler. Enkidu’nun başına bir hastalık getirirler. Enkidu yataklara düşer. Gılgameş onun için her şeyi seferber eder ancak bir çare bulunamaz. Nihayetinde Enkidu ölür. Gılgameş yedi gün yedi gece arkadaşının üstüne kapanarak kalır. Enkidu’nun vücudu çürümeye ve kurtlanmaya başlayınca sonunda öldüğünü kabullenir ve üzerinden kalkar.
 
Enkidu’nun şanını yaşatmak için onun heykelini yaptırır ve yas ilan eder ama acısı yine de dinmez. Dostunu bir daha görmek için tanrıların yanına gider. Tanrı Enlil ve Nanna ona aldırmaz ve umursamazlar. Bilgelik Tanrısı Enki’nin yanına gider. Enki ona bu isteğinin imkansız olduğunu, yer altına gidern kimsenin oradan çıkamayacağını, sadece bir tanrı olduğu için 6 aylığına bu iznin Dumuzi’ye verildiğini söyler. Tek çözüm yolunun Güneş Tanrısı Şamaş’ın yeraltına bir delik açarsa Enkidu’nun gölgesinin kısa bir süreliğine yeryüzüne çıkabileceğini söyler. Enki’nin ısrarı üzerine Şamaş bunu kabul eder ve iki arkadaş yeniden buluşurlar. Gılgameş yer altı dünyasının nasıl olduğunu sorar ve Enkidu’nun anlattıklarından çok korkar, ve ölümsüzlüğün peşine düşer.
 
Ölümsüzlüğe ulaşan tek insan olan Utnapiştim’i (Ziusudra(Sümerlilerde tufan hikayesi)) bulmaya karar verir. Utnapiştim çok uzaklarda bulunan Tanrı Bahçesi’nde ölümsüz bir yaşam sürüyordu. Gılgameş çok uzun bir yolculuktan sonra Maşu Dağı’nın kapısına gelir. Kapısındaki akrep şeklindeki bekçiyi ikna eder ve içeriye girer. Güneş tanrısının bahçesiyle karşılaşır. oradaki bir içki evine gider ve orada Siduri adında bir kadınlar karşılaşır. kadın önce Gılgameş’ten korkar. Sonra kim olduğunu anlayınca sakinleşir. Gılgameş’e, Urşanabi adında bir kayıkçı olduğunu ve onu oraya götürebileceğini söyler. Gılgameş Urşanabi’yi bulur. Urşanabi ona 60 mete uzunluğunda kürek yerine geçecek ağaçlar kesmesini ve onları ziftlemesini söyler. Gılgameş söyleneni yapar. En sonunda uçsuz bucaksız denizi geçerler ve Utnapiştim’i görürler. Utnapiştim ona ölümün gerçeklerini, aslında normal bir şey olduğunu herkesin bununla karşılaşacağını, sadece kendisinin bu ayrıcalığa ulaşmasına vesile olan tufan hikayesini anlatır. Gılgameş yorgunluktan oracıkta uyuyakalır. Utnapiştim ne yaptıysa onu kaldıramaz ve kaç gün uyuduğunu ispatlamak için karısına her gün için yanına bir ekmek koymasını tembihler. Gılgameş 6 gün 7 gece uyur. En sonunda ölümsüzlüğü elde edemeyeceğini anlar. Uruk’a dönmek üzere yola çıkmışken Utnapiştim onu tekrar yanına çağırır. Bir dikenli ot olduğunu, bu otun derin suların en dibinde yetiştiğini ve bunu yiyenin gençleşip eski gücüne kavuştuğunu söyler.
 
Hemen bu dikenli otu aramaya gider ve ayağına taş bağlayarak suyun en dibine dalar. Dikenli otu zor da olsa bulur ve çıkarır. Ancak bu otu yediğinde sadece kendisinin gençleşeceğini, dostları ve arkadaşlarının yaşlı kalacağını düşünür ve arkadaşlarıyla otu paylaşmaya karar verir. Otu sarmalayıp yoluna devam eder.
 
Yolda çok sıcaklar ve otu suyun kenarına bırakıp serinlemek için suya girer. Tam bu sırada bir yılan gelir ve otu yer. Gılgameş buna çok üzülür. Urşanabi onu teselli eder. Gılgameş de sonunda ölümsüzlüğü arama arayışından vazgeçer ve Uruk şehrine geri döner ve ölümlü günlerinin tadını çıkarmaya başlar.
 

Aşkın Kadını: İnanna

Tanrıça İnanna, Sümer Ay Tanrısı Nanna ve Sazlık Tanrısı Ningal’ in kızıdır. 7 büyük Annunaki’den (Sümer panteonu) birisidir. Akadlar’da İştar, Museviler’de Astarte, Yunan’da Afrodit, Roma’da Venüs olarak anılmıştır.

 Sümer şairlerine göre Tanrıça İnanna; toplumun süsü, Sümer ülkesinin neşesidir. Sümerliler İnanna’ya kadınlarda istedikleri bütün nitelikleri atfetmişlerdir. Güzelliğin, çekiciliğin, şefkatin, hırsın, kavganın, kurnazlığın ve en önemlisi bereketin ve çoğalmanın sembolü olmuştur. Tanrıların en üstünü Enlil’e istediğini yaptırtmış (Gılgamış ve gök boğası hikayesi), tanrıların en kurnazı Enki’yi kandırmayı başarmıştır (Kutsal me’lerin Eridu’dan Uruk’a getirilmesi).

 Tanrıça İnanna hakkında pek çok hikaye mevcut olsa da bunlardan en önemlisi ve bugün değineceğimiz, toplumumuzda da yaygın olarak kutlanan Nevruz’un ve Hıdırellez’in çıkış noktası olan, Kabil ve Habil öyküsüne ve Tevrat’ta geçen Süleyman’ın Ezgiler Ezgisi’ne dayanak oluşturmuş olan Kutsal Evlenme Hikayesine değineceğiz.

 MÖ 3000 yıllarında Sümer düşünür ve din bilimcileri, Sümer’in en önemli şehri Uruk’un Baştanrıçası İnanna’yı kralları ile evlendirirlerse onların ve verimlilik gücünü ve ölümsüzlüğünü paylaşacaklarını ve böylece ülkelerine bolluk ve bereket geleceğini düşünmüşlerdir.

 Bunun için her nedense, kral listesine göre Uruk’un dördüncü kralı Dumuzi’yi Çoban Tanrısı yaparak Tanrıça İnanna’ya koca seçmişlerdir. Bundan sonra Sümer şair ve ozanları bu konuyu, bazıları açık saçık olan yüzlerce satırlık şiirlerle anlatarak, şarkılar halinde çalarak dinlerinin önemli bir töresi haline getirmişlerdir.

 İnanna, güzelliği, çekiciliği ile erkekleri arkasından koşturur. Bir öyküye göre İnanna ile Kuş Avcısı Tanrısı, Balıkçı Tanrısı , Çiftçi Tanrısı ve Çoban Tanrısı evlenmek ister. İnanna evlenmeye karar verince onları çağırır. Balıkçı en iyi balıklarını, kuş avcısı kuşlarını, çiftçi taze başağında arpayı, çoban da en iyi süt ve kaymağını getirir. İnanna bunlar içinden Çoban Tanrısı Dumuzi’yi seçer. Diğer bir anlatışa göre de, İnanna’nın kardeşi Güneş Tanrısı Utu, onun Dumuzi ile evlenmesini önerir. İnanna önce buna itiraz eder ve Çiftçi Tanrısı ile evlenmek istediğini söyler. Bu kez Dumuzi, kendisini Çiftçi Tanrısı Enkimdu ile karşılaştırarak ondan aşağı olmadığını savunur ve böylece İnanna ile evlenmeyi başarır.

 Öyküye bakacak olursak:

 Tanrıça İnanna’ya kardeşi Güneş Tanrısı Utu Çoban Tanrısı Dumuzi’yle(Tammuz) evlenmesini tavsiye eder. İnanna ise Çiftçi Tanrısı Enkimdu ile evlenmek istediğini söyler ve Dumuzi ve ailesini aşağılamaya başlar. Dumuzi ise kendi ailesiyle Tanrıça’nın ailesini kıyaslayarak ondan aşağı olmadığını gösterir. Tanrıça İnanna’ya kendisiyle evlenmeyi kabul ettirir. Onu köle yapmak için evlenmediğini, ona yün eğdirip, post yoldurmayacağını, masasının bolluk masası olacağını söyler. İnanna onu ülkenin kralı yapacağını, ona ağzından şarap ve bal akıtacağını ve bu sözlerin unutulmadan nesilden nesile aktarılacağını söyler. Bundan sonra ise her iki taraf birbirini tutku dolu sözlerle övmeye başlar. Kadınlık organını ekilmemiş bir tarlaya benzetip bu tarlayı kimin süreceğini sorar. Dumuzi kendisinin yapacağını söyler. Düğün hazırlıkları başlar. Çeşit çeşit mücevherler seçilir, hurmalar toplanır. Onlar için lacivert taştan (lapis lazuli) yatak hazırlanır. Ve birbirlerine şehvetli sözler söylemeye devam ederler.

 Şehvetli şekilde devam eden bu evlilik İnanna’nın Yer Altı Tanrısı olan kız kardeşi Ereşkigal’i ziyarete gitmesiyle birlikte acı dolu bir hale dönüşmeye başlar.

 Ereşkigal, kardeşi İnanna’nın, Yer Altı Dünyasını ele geçirmek için geldiğini düşünür ve yer altı kurallarına göre buraya gelenin bir daha çıkamayacağını, ölü kabul edildiğini söyler. Cinlerine emreder ve Dumuzi’nin yanına İnanna’yı unutması için çok güzel bir kadın göndertir.

 İnanna’nın geri dönmediğini farkeden veziri Ninşubur, Tanrılar Meclisi’ne gider ve Bilgelik Tanrısı Enki’den yardım ister. Enki’nin yardımı ve yer altı dünyasına kendisi yerine birisini göndermesi koşuluyla İnanna yer altından yer altı cinleriyle beraber çıkar. Geçtiği her şehirde, herkesin kendisi için ağladığını görür ve kimseye kıyıp kendi yerine yer altına göndermeye kıyamaz. Kocası Dumuzi’nin yanına gider ve onu kucağında çok güzel bir kadınla görür. Cinlere alın götürün bunu der. Cinler Dumuzi’yi yaka paça sürükleyip götürürken, Dumuzi Güneş Tanrısı Utu’dan onu bir yılana dönüştürmesini ister. Utu ona yardım eder ve bu sayede cinlerin elinden kurtulur. Fakat cinler peşini bırakmaz. Dumuzi, Rüya Tanrıçası olan kardeşi Geştinanna’nın yanına sığınır. Cinler geştinanna’yı sıkıştırsalar da onun nerede olduğunu öğrenemezler. Dumuzi en sonunda kırlarda yakalanır ve yer altı dünyası’na götürülür. İnanna yaptığına pişman olur ve Tanrıça Geştinanna’nın da isteğiyle Dumuzi’nin yerine yarım yıl Geştinanna’nın yer altı dünyasında kalmasını Tanrılar Meclisi’ne kabul ettirir. Bu sayede Dumuzi her sene bahar zamanı olmak üzere 6 ay yeryüzüne çıkar. Çıktığı zaman karısı İnanna ile birleşir.

 Sümerliler bu birleşmenin sonucunda bütün bitkilerin veriminin artacağını, hayvanların yavrulayacağını, her tarafa bereket geleceğini düşünmüşler. Bu günü yeni bir yılın başlangıcı olarak kabul etmişler ve her yıl bu günü bir Dumuzi yerine geçen kral ve İnanna yerine geçen başrahibenin büyük şenliklerle evlendirilip, Dumuzi ve İnanna hikayesinde geçen birbirlerine söyledikleri aşk şiirlerini çalgılar eşliğinde çalıp söyleyerek kutlamışlardır.

 İşin biraz da toplumsal inanışlara köken olan tarafına değinecek olursak:

1-) Tevrat’ta geçen Süleyman’ın Ezgiler Ezgisi bölümündeki aşk ve şehvet dolu sözlerin bu kutsal bir kitapta neden bulunduğu tartışılmaktayken dikkatli bakıldığında bir Kral olan Süleyman’ın bu sözleri sarfettiği, şiirsel bir şekilde aşkı ifade ettiği ve en önemlisi Sümerliler için çok önemli olan lacivert taş’ın (lapis lazuli) değerli bir süs eşyası olarak geçmesini düşünürsek; bunların zamanında Babil’e sürgün edilen Yahudilerin, Babillilerin yine istila ettiği Sümer ülkesinden getirdikleri tabletlerin etkisi altında kalıp bu bölümü oluşturdukları düşünülebilir.

2-) Yine tevratta geçen habil (çiftçi kardeş) ve kabil (çoban kardeş) hikayesine bakacak olursak, bir çoban ve çiftçinin hediyeler sunması, çobanın çiftçiden baskın gelme çabasını, sonunda kazananın çoban olduğunu görebiliriz ve bu hikayeden köken aldığını düşünebiliriz.

3-) Mezopotamya’da baharın gelişi, doğanın uyanışı kabul edilerek, ateşler üzerinden atlanarak kutlanan Nevruz’un kökeni Sümerlerdeki bu geleneğe bağlı olabilir. Ateş üzerinden atlamak ise Tanrı Dumuzi’nin yer altından çıkışını temsil ettiği düşünülebilir.

4-) Yine Orta Doğu’da baharın gelişi olarak kutlanan Hıdırellez’in hikayesine bakacacak olursak hızır ve ilyas peygamberin yılda bir kere buluşmaları, geçtikleri yerlerin yeşile bürünmesi ve bereketlenmesi inancı bu hikayeden köken almış olarak kabul edilebilir.

Güneş Ve Ay Kültü

Güneş kültünün önceleri dünyanın tamamına yayılmış bir inanç olduğu düşünülmektedir. 1935 senesinde Atatürk tarafından Meksika’ya, Meksika yerlileri ve dini inanışlarını gözlemlemeye gönderilen Tahsin Mayatepek’in raporundan yola çıkarak Güneş Kültü ile diğer eski dünya kıtalarındaki inanışların benzerliklerini inceleyeceğiz.

GÜNEŞ KÜLTÜ

1-) Külah: Güneş ayininde güneş timsallerinin tahtadan yapılmış kesik koni şeklinde dayanaklar üzerine bindirildiği görülmüş. Aynı benzerlik orta asya’daki ayinlerde de kalın keçeden yapılmış dayanaklar üzerine bindirildiği görülmekte. Mevlevilerin külahı da aynı kökenden geldiği düşünülmektedir.

2-) Kendilerinden geçerek dönme: Güneş ayininde de ibadet edenlerin, aynı Mevlevi semazenleri gibi kendi etraflarında birbirlerine değmemeye çalışarak ve çalgılar eşliğinde kollarını yukarıya uzatıp kendi etraflarında döndükleri görülmüştür.

3-) Şems: Mevlana’nın en yakın dostunun şems olması ve şems’in anlamının Güneş olması.

4-) Sarık: Ayine eşlik eden azteklerden bir grubun başlarında biri güneşi biri ayı temsil edecek şekilde ikişer tane beyaz burma sarık taktığı görülmüş. İnce gaytanlarının ise bunların saçtığı ışınları temsil ettiği öğrenilmiş. Diğer inanışlarda anlamı olmamasına rağmen, sarık, güneş kültünde çok büyük bir anlam ifade etmektedir. Hatta bazı arap dervişlerinin ay ve güneşi temsil eden ince siyah gaytanlardan yapılmış burma sarıklar taşıdığı da görülmüş.

5-) Teotihuakan ve Kabe: Teotihuakan yani güneş ve ay piramitlerinin olduğu kutsal bölge aztekler tarafından, Kabe’nin Müslümanlar tarafından kabul edildiği gibi kutsal kabul edilmektedir. Kelime kökeni olarak ise “tanrının bulunduğu mekan” anlamına gelmektedir.

Kabe ve Teotihuakan’a atfedilen önem, ziyaret tarzları, yapılarının benzerliği dikkat çekmektedir. Cahiliyye döneminde Kabe’nin içinde bulunan başput Hubel’in (Kenan tanrısı Ba’al) de güneş tanrısı olmasıyla ve dönemin gök cisimlerine tapan Sabii’leri tarafından da Kabe’nin kutsal sayılması; Kabe’nin de vaktiyle güneş kültü için inşa edildiği kanısını güçlendirmektedir.

6-) Secde: İslam’a göre Allah zaman, mekan ve maddeden münezzeh olduğu için Allah’ın ayaklarına kapanmak gibi bir durum, secdenin açıklaması için yetersiz kalmaktadır. Ancak güneş kültünde, güneş’in ilk ışınları gözüktüğünde cemaat yere çöküp bu ışınları öper ve inkalar ellerindeki altın kabı yukarıya kaldırarak babaları saydıkları güneş’e içki ikram ederdi.

7-) Namaz vakitlerinin Güneş’e göre düzenlenmesi: İsra suresi 78. Ayet: gündüzün güneşin gün ortasını aşmasından gecenin karanlığına kadar namazını kıl; bir de sabaha namazını; çünkü tan vakti okunuşu, hazır bulunmaya değer oldu.

Tan vaktinde hazır bulunulmasının özellikle neden istenmiş olacağını düşünürsek, güneş kültünde, güneşin ilk ışınlarını öpmek için sabah erken vakitte hazır bulunulması olduğu düşünülebilir.

AY KÜLTÜ

Ay kültü en ilk kaldelilerde gözüken bir dinsel inançtır.

Yıldızlara, Güneş’e ve Ay’a tapınmak ilk çağ toplumları arasında çok yaygın inanışlardı.

Ay kültü’ne merkez olan bir yer vardı:Harran. Burada Asurluların “Sin” (sümer mitolojisinden Nanna) dedikleri ay tanrısı bulunurdu ve en başta tapınılan tanrıydı. Tevrat’a göre Hz.İbrahim, bir süre yerleştiği şehir olarak bilinen Harran’a, kaldelilerin ünlü Ur şehrinden gelmiştir.(Ur kelimesi Sümerlilerde şehir devleti anlamına gelmektedir, sümer alıntısı var ise özel bir anlam ifade etmiyor olabilir). O zamanlar Hanif denilen dinin mensuplarını, Kur’an tarafından kitap ehli olarak kabul edilen Sabiilerin oluşturduğu düşünülmektedir. Sabii kelimesi ise “yıldızlara tapar” anlamına gelmektedir.

Karşılaştırmalı Yaratılış Hikayeleri

 İnsanoğlunun nesillerdir aklını kurcalayan ve tatminkar bir cevap aradığı, ve hala aramaya devam ettiği bir konu varsa o da kendisinin nasıl meydana gelmiş olduğu, her şeyin başlangıç noktasının ne olduğudur. Bu konu hakkında hala arayışlar devam etse de biz geçmiş dönemlerde yaşamış toplumların yaratılış mitlerini, dinlerin yaratılış hikayelerini inceleyip aralarındaki benzerlikleri kıyaslayacağız.

 EVRENİN YARATILIŞI

Öncelikle Babil ve Sümer tanrılarının birbirine çok benzediğini ve çoğu zaman birbirlerinin yerlerine geçtiklerini hatırlatalım.

 Sümer Destanı

 Sümer destanına göre her yeri su kaplıyor ve bu suyun Namma (Babil mitolojisinde Tiamat) adlı bir tanrıçası var. Namma bu sudan bir dağ çıkartır. Gök tanrısı An ve Yer tanrıçası Ninki’nin (nin ön eki Sümercede hanım demektir.) oğlu hava tanrısı Enlil bu dağı ikiye böler ve üst tarafı gök olur alt tarafı ise hava ve yer. Havanın tanrısı Enlil, Yerin tanrıçası Ninki ve göğün tanrısı An olur.

 Bilgelik tanrısı Enki ve Hava tanrısı Enlil yeri bitkiler ağaçlar, sularla doldurur, hayvanlar ve ikincil tanrılar yaratırlar. (bu aşamada insanlar henüz yaratılmamıştır.)

 Tevrat

Tanrı önce göğü ve yeri yarattı. Yer boştu yeryüzü şekilleri yoktu. Tanrının ruhu sular üzerinde geziniyordu. Tanrı ışık olsun diye buyurdu ve ışık oldu. Tanrı ışığın iyi olduğunu gördü ve geceyle gündüzü ayırdı. (1.gün)

 Tanrı suların ortasında bir kubbe olsun suları birbirinden ayırsın diye buyurdu ve öyle oldu. Kubbeye gök adını verdi. Kubbenin altındaki suları üstündeki sulardan ayırdı. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. (2.gün)

 Tanrı yeryüzüne bitkiler, tohum veren otlar türüne göre tohumu meyvesinde bulunan meyve ağaçları üretsin diye buyurdu ve öyle oldu. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. (3.gün)

  Gök kubbede gündüzü geceden ayıracak yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun belirtileri mevsimleri günleri yılları göstersin dedi ve öyle oldu. Tanrı büyüğü gündüze küçüğü geceye egemen olacak şekilde iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. (4. Gün)

 Tanrı sular canlı yaratıklarla dolup taşsın, yeryüzünün üzerinde gökte kuşlar uçuşsun diye buyurdu. Tanrı büyük deniz canavarlarını, sularda kaynaşan canlıları ve uçan çeşitli varlıkları yarattı. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü. (5.gün)

 Tanrı 6. Günde de bütün yaptıklarına egemen olacak olan ve tanrının suretinde olacak olan insanı yaratır ve 7. Günü de dinlenmeye ayırır.

 Kuran-ı Kerim

 Kur’an bu konuda yüzeysel kalmakla birlikte şöyle bir ayet bulunmakta.

 “Gökler ve yer yapışık iken onları ayırdığımızı, bütün canlıları sudan meydana getirdiğimiz bilmezler mi?”

1-)Her üç hikayede de her şey sudan meydana geliyor.

2-)Yer ve gök ilk başta birleşikler fakat sonra ayrılıyor.

3-)Tevrat ve Sümer destanında suyun ortasından bir dağ bir kubbe çıkıyor.

4-)İnsanlardan önce hayvanlar bitkiler yaratılıyor.

İNSANIN YARATILIŞI

Sümer Destanı

Tanrıların çoğalması ile birlikte tanrıların kendi işlerini yapması zorlaşıyor, yiyeceklerini hazırlaması zorlaşıyor. Su tanrıçası Namma’ya gidip çare bulması için danışıyorlar. Namma, Bilgelik Tanrısına(Enki) bilgeliğini ve marifetini göstermesini söylüyor.

Enki yumuşak kilden şekiller yapıyor buradan sonrasını tabletten direkt aktaracak olursak;

“Ey annem! Adını vereceğin yaratık oldu,

Onun üzerine Tanrıların görüntüsünü koy.

Dipsiz suyun çamurunu karıştır,

Kol ve bacakları meydana getir.

Ey annem! Yeni doğanın kaderini söyle!

İşte o bir insan!”

Tevrat

Tanrı, insanı kendi suretinde yarattı, o’nu tanrı’nın suretinde yarattı. Onları kutsayarak verimli olun çoğalın dedi.

Rab tanrı, adem’i topraktan yarattı ve burnuna yaşam soluğu üfledi ve adem yaşayan can oldu

Talmud’a göre ademle birlikte ilk yaratılan kadının adı Lilith’dir. Bu kadın kendini ademle eşit görüp onun sözünü dinlememiş ve bir dişi cin olmuş, erkeklere sataşmaya başlamıştır.

Kur’an-ı Kerim

 “İnsanı süzme çamurdan yarattık.”

“Allah insanı pişmiş çamura benzeyen balçıktan yarattı.”

“Allah’ın nezdinde İsa’nın durumu Adem’in durumu gibidir. Allah onu topraktan yarattı.”

“O ki, yarattığı her şeyi güzel yapmış ve ilk başta insanı çamurdan yaratmıştır.”

“Ey insanlar! Şunu bilin ki, biz sizi topraktan, nutfeden, sonra pıhtılaşmış kandan, sonra hilkati belirsiz bir lokma et parçasından yarattık.”

“Ant olsun ki insanı balçıktan, işlenebilen kara topraktan yarattık.”

“Rabbin meleklere, ‘ben. Balçıktan, işlenebilen kara topraktan bir insan yaratacağım, onu yapıp ruhumdan üflediğimde ona secdeye kapanın’ demişti.”

İnsanın yaratılışı üzerine üç inanışta da nerdeyse hemen hemen benzer hikayeler bulunmakta. Ancak Tevrat ve Kur’an’ da insanın yaratılış sebebi açıklanmamışken, Sümerlilerde bu sebep tanrıların gündelik işlerine yardımcı olmaları için yaratıldıkları olarak açıklanmakta.

  1. Her üç inanışta da insan topraktan yaratılıyor.
  2. Tevrat’ta da, Sümer inanışında da insanın şekli, Tanrı suretinde.
  3. Tevratta ve Kur’an’da insana yaşam soluğu üflenirken, sümer inanışına göre dipsiz suyun çamuruyla karıştırılıyor. (Deniz tanrıçası Namma’nın her şeyin yaratıcısı olduğunu düşünürsek, suyla karıştırırken kendisinden bir parça katması olduğu anlaşılabilir)
  4. Lilith ismi Sümer hikayelerinde, Sümer Aşk Tanrıçası İnanna’nın ağacına yuva yapıp onun kesilmesine engel olan bir cinin ismi aynı zamanda. Hem Talmud’ta hem Sümer inanışında geçmekte iken, Kur’an’da geçmemekte.

 Kültürler arası etkileşim, özellikle Yahudilerin, Asur egemenliği altında yaşadığı dönemlerde, aynı devletin egemenliği altında yaşayıp kültürlerinin ve hikayelerinin Asurlular tarafından benimsendiği Sümerlilerden etkilenip kendi kültürlerine uyarlamış olmaları ile desteklenebilir.

 Aynı zamanda belki de çok çok eski zamanlarda inanılan gerçekten tanrısal bir dinin parça parça kısımları da bugünlere kadar ulaşmış olabilir.

 Ya da kim bilir belki de uzaylılar falan ??

Büyük Tufanın Mezopotamya’daki İzleri

 

Büyük tufan olayı Mezopotamya toplumlarının çoğunun kültüründe yer alan ve büyük etkiler bırakmış tarih öncesi bir olaydır. Tarihi Tevrat’a göre (Adem’den Nuh’a kadar olan peygamberler listesini baz alırsak) yaklaşık M.Ö 10.000 Yılına denk gelmektedir. Sümer destanlarına göre ise dünyanın 300.000 yıllık ömrü içinde son 50.000 yıl önce olduğu varsayılmaktadır.

 Tevrat’a göre Nuh, Adem’in 3. Oğlu olan Şit’in soyundan gelmektedir. Yeryüzünde bozgunculuk ve kötülüğün çoğaldığı bir zamanda yaşayan, doğru yoldan sapmayan yani tanrı yolunda olarak tabir edilen bir kişidir. Tanrı Nuh’a insanların yeryüzün zorbalıkla doldurduklarını ve bu yüzden insanlığa son vereceğini söyler.

 Tanrı Nuh’a Gofer ağacından kendisi için uzunluğu üç yüz, genişliği elli yüksekliği otuz arşın olan pencere ve kapısı olan, üç güverteli bir gemi yapmasını söyler. Kendi ailesini, karısını, gelinlerini, çocuklarını ve yeryüzündeki temiz sayılan hayvan türlerinden ve kuşlardan yedişer çift, kirli sayılan hayvan türlerinden birer çift olmak üzere gemisine almasını, yedi gün sonra kırk gün kırk gece sürecek bir yağmur yağdırıp yeryüzündeki tüm yaşamı sona erdireceğini söyler. Tufan koptuğu Nuh’un 600 yaşında olduğu yılın 2. Ayının 17. Gününde olduğu iddia edilir. Nuh ve ailesi gemiye biner ve tufan kopmaya başlar. Yeryüzündeki en yüksek dağlar bile sular altında kalır.

 150 gün geçtikten sonra sular azalır, gemi 7. Ayın 17. Günü Ararat dağına oturur ve sular 10. Aya kadar azalmaya başlar ve dağların dorukları gözükmeye başlar. 40 gün sonra Nuh pencereyi açıp dışarıya kuzgun gönderir ve kuzgun dönmez. Nuh güvercini yollar ve güvercin konacak yer bulamayıp geri döner. 7 gün sonra güvercini tekrar salar ve güvercin gagasında yeni kopmuş bir zeytin dalı ile döner bu sayede Nuh yeryüzünde suların çekildiğini anlar. Nuh 601 yaşında olduğu yılın 2. Ayının 27. Günü dışarıya çıkarlar. Nuh Rab’be bir sunak yapar, bütün temiz hayvan ve kuşlardan yakmalık sunular sunar. Güzel kokulardan etkilenen Rab bundan böyle yeryüzünü bir daha böyle lanetlemeyeceğini söyler ve bu antlaşmanın nişanesi olarak bulutlara yayını (gökkuşağı) yerleştirdiğini, gökyüzüne ne zaman bulut gönderse bu yayı görüp antlaşmasını hatırlayacağını söyler. Nuh 950 yaşına kadar yaşar.

 Bu hikaye esas olarak Tevrat’ta bulunuyor. Diğer dini kitaplarda daha yüzeysel bir şekilde bahsetmiş o yüzden alınabilecek en kapsamlı kaynak Tevrat sayılabilir.

  1872 yılında Asur kralı Asurbanipal’in kütüphanesindeki bir tablette bu hikayeye çok benzer bir hikaye bulunmuştur. Gılgamış destanının da son kısmını oluşturan bu hikaye ölümsüzlüğü arayan Gılgamış’a tufandan kurtulup tanrılar tarafından ölümsüzlük verilen ve Dilmun ülkesinde ebedi bir hayat sürmekte olan Utnapiştim (ziusudra veya nuh) tarafından anlatılmıştır.

 Buna göre kısaca: İnsanlar öyle çoğalmıştı ki, Tanrılar onların gürültü ve şamatasından uyuyamaz olmuşlar. Bunun üzerine dört büyük Tanrı, bu insanları bir Tufan ile yok etmeye karar veriyorlar. Bilgelik Tanrısı (Enki), yarattıkları insanların ortadan kaldırılmasına çok üzülüyor ve Şuruppak şehrinde yaşayan Utnapiştim’in evinin duvarından seslenerek, Tanrıların bir tufan yapmaya karar verdiklerini, bir gemi yapmasını söylüyor. Geminin tarifini veriyor (tabanı bir tarla gibi büyük, yan duvarları 120 dirsek ölçüsü yüksekliğinde, yan kenarları aynı ölçüde, içinde 6 ara tavan olan 7 katlı, içi asfaltla kaplanıp su geçirmez hale getirilen) . Adam söylendiği şekilde gemiyi 7 günde tamamlıyor. Gemi yapıldığı müddetçe çeşitli hayvanlar kesiliyor; beyaz, kırmızı ve su katılmamış şaraplar nehir suyu gibi bol olarak içiliyor, adeta yılbaşı törenlerine benzer şenliklerle işler yapılıyor. Utnapiştim geminin içine ailesini, akrabalarını, sanatçıları, kırların evcil ve yaban hayvanlarını dolduruyor. Bu arada altın da almayı unutmuyor. Geminin kapısı kapanır kapanmaz şiddetli bir fırtına ile birlikte yağmur boşanıyor. Sular yalnız gökten boşanmakla kalmıyor, Yer Tanrıları da yerden fışkırtıyor suları. Tufan öyle azgınlaşıyor ki, onu yaptıran Tanrılar bile korkuyor. Bu kıyamet 6 gün 6 gece sürdükten sonra 7. gün gemi Nisir Dağı’na oturuyor. 7 gün bekledikten sonra Utnapiştim bir güvercin salıyor dışarı. O konacak yer bulamadığı için geri dönüyor. Daha sonra bir kırlangıç gönderiyor, fakat o da geri geliyor. Son olarak uçurduğu kuzgun geri dönmeyince dışarı çıkıyorlar. Utnapiştim dağın tepesine kurbanlarla içkiler sunuyor. Altlarında çeşitli ağaçların odunları yanan ocaklara 7 kazan konarak kurban etleri pişiriliyor. Onların tatlı kokusunu duyan Tanrılar üşüşüyorlar. Tufanı yaptıran Tanrı Enlil gelip gemiyi ve insanları görünce çok kızıyor, kim bunları kurtardı diye. Bilgelik Tanrısı (Enki) ona karşı çıkarak, günah yapanı, kurallara karşı geleni cezalandır ama bu kadar ağır ve ölümcül olma diye onu yatıştırıyor. Böylece Utnapiştim ve karısı ölümsüz bir yaşam ile nehrin ağzındaki Tanrılar bahçesine yerleştiriliyorlar.

 Asurbanipal kütüphanesindeki bu hikayenin, Asurların Sümer ülkesini işgal ettiği sırada onlardan kendi kültürlerine entegre ettiği ve Asur tarih yazıcılarının bir miktar değiştirmiş olduğu düşünülmektedir.

 Bu hikaye Babil tufan destanı olarak da anlatılmakta ve orada da Atrahasis adlı kahraman Nuh’un yerine geçmekte.

 Bu hikayelerde görüldüğü üzere ortak noktalar var. Tanrı/tanrıların yeryüzündeki insanlara kızması, tufan göndermeye karar vermesi, gemi yapılması, geminin tarifinin ayrıntılı şekilde verilmesi, canlıların içine alınması, tufanın olması, gemidekilerin kurtulması, kurbanlar, bunların kokusuna tanrı/tanrıların gelmesi, Nuh ve Utnapiştim’in normalden uzun yaşam süreleri.

  Görüldüğü üzere hikayelerdeki benzerlikler ele alınırsa kronolojik önceliğe göre Tevrat yazıcılarının, milattan önceki dönemde, Yahudilerin Asur egemenliğine girip esaret altında yaşadığı senelerde, Asur kültürü ve hikayelerinden etkilenip, bu hikayeleri Tevrat’a kendi yorumlarıyla almış olmaları kuvvetle muhtemel olabilir.

 Tufan hikayesinin gerçekten yaşanıp yaşanmadığı hakkında ise yeryüzünü kaplayacak bir tufanın ise insanlık tarihinde yaşanmadığı düşünülmekle birlikte, bu hikayenin çıkış noktasının, Sümerlerin Orta Asya Turan Ovasında yaşamış ataları olabileceği ve bu bölgedeki lokal su baskınlarından etkilenip bu hikayeleri oluşturdukları düşünülmekte olup, toprak incelemelerinde Karadeniz’de yaşanan bölgesel su baskınını gösteren tabakalar bulunmuştur. En kuvvetli hipotez bu yöndedir.

Para İnsanı Mutsuz Eder Mi?

Bir sabah daha kalktığımızda cebimizdeki paranın 10’da 1’inin eridiği bir güne uyanmak artık neredeyse hepimiz için ne yazık ki alışılageldik bir durum oldu. Size herkes gibi bunun maddi yönünden bahsedip, herkesin söylediklerini tekrarlamayacağım. Benim dikkatleri çekmek istediğim nokta bundan farklı.

Biz ne kadar bu zamana kadar sosyal açıdan orta doğudaki en gelişmiş ülke olmuş olsak da en nihayetinde bir Orta Doğu ülkesi olduğumuzu unutmamak lazım. İnsanımız da haliyle Orta Doğu kültürüne sahip. Fakirliğin ve kontrollü olarak fakirleştirmenin hükmettiği coğrafyalarda olduğu gibi de insanların ruh halleri ellerine geçen paranın miktarı ile değişmekte.

Bu aslında çok parametreli bir olay. Orta Doğu milletleri olarak parayı ve gösterişi çok sevdiğimiz için ruhumuzu dinlendirecek aktiviteleri, eğlence anlayışımızı, toplum içindeki itibarımızı hep paraya göre endekslemiş toplumlarız. Görüldüğü üzere herkes birbirinin ne aldığını, ne giydiğini, hangi marka giydiğini, nereye gittiğini, ne kadar kazandığını, hangi arabaya binip hangi evde oturduğunu ve bunun gibi pek çok örneğin verilebileceği maddi yaşantısını takip ediyor, buna belki birbiriyle yarışıyor belki birbirinin dedikodusunu yapıyor. Hatta ve hatta çocuklarına çok para kazanabileceği bir işte çalışabilmesi için küçüklükten beridir baskılar kuruluyor, belki hayatları zindana çevriliyor, belki hiç istemedikleri bir işi sırf parasından ötürü senelerce yapması için baskılar kuruluyor. Ben bunun, insanların kendi sosyokültürel düzey düşüklüğünü bastırabilmek için harcadıkları paraya göre kendilerini toplum içinde sınıf atlatma(sınıf kavramının bu zamana kadar kalmaması gerekirdi bile) çabalarının meydana getirdiği bir durum olduğunu düşünüyorum.

Bu sadece bizim gibi toplumlarda değil, gelişmiş toplumlarda yaşayan sosyokültürel düzeyi düşük insanların da benimsediği bir düşünce yapısı. Özellikle Kapitalizmin getirdiği rekabetçi piyasanın sonucu olarak insanlarda tüketim çılgınlığı teşvik ediliyor ve bunun kendilerini toplumda farklı göstereceği, diğer insanlardan üstün göstereceği insanlara dayatılıyor. Buna örnek olarak çok popüler markaların aşırı uç fiyatlarda satılan ürünlerinin, sadece o markanın marka değerine endeksli olarak satılıp, insanlarda o ürüne sahip olmanın getirdiği üstünlük duygusunun tetiklenmesi yoluyla satılmasını gösterebiliriz. Bu tabii ki bizim ülkemiz için hayal 🙂

Bizim gibi ülkelerde ise insanlar paraya bağımlı yaşadıkları için, kendilerini iyi hissettirecek şeyleri yapmaya yetecek kadar paraları olmadığı zaman bu ruh hallerine de yansıyor ve kendilerini yetersiz hissettiklerinden ötürü mutsuz oluyorlar ve bunu çevreye de yansıtıyorlar. Ve bunun kontrollü olarak fakirleştirme ile yönetilen bir toplumda olduğunu düşünürsek (kesinlikle bizimki değil) insanlara verilen ufak bir miktar para ile birlikte düşüncelerini bile satın almak mümkün olabilir tabii ki ama bu işin başka bir boyutu. 🙂

Buna çözüm olarak insanlarda belli bir yaştan sonra o bilinci oturtmak belki zor olabilir, ancak gelecek nesiller için okullardaki eğitimi sınav ve üniversite kazanma odaklı olmaktan çıkartıp, gerçekten insanları hayata hazırlayan, sosyalleşmesine ve kültürel açıdan gelişmesine olanak veren bir eğitime çevirebiliriz. Bunun etkisi hemen görülmese de bir kuşak sonra ortaya çıkmaya başlayıp iki üç kuşak sonra tam anlamıyla gelişmiş milletler seviyesine çıkabileceğimizi düşünüyorum.

Ve son olarak para gerçekten insanı mutlu eder mi? Tabii edebilir. Ancak gidebilecek bir şeyin getirdiği mutluluk, gerçekten mutluluk sayılır mı. O zaman gidince de para insanları mutsuz etmiş sayılmaz mı ?

Hakkımda

Bu blogu kendimle ilgili bir şeyleri insanlarla paylaşırken, sosyal medyanın bana getirdiği ağır yükten, bağımlılıktan ve insanların samimiyetsizliğine maruz kalmaktan kurtulmak adına açma kararı verdim.

Herhangi bir kar amacım olmayıp buradan sadece ilgi duyduğum, hoşlandığım, ve gerçekten insanlara kendi bakış açımdan bir şeyler katabileceğimi düşündüğüm konular hakkında aralıklarla yazılar yazacağım.

E-posta: ataberkunver@tozludefter.com